2. ULUSLARARASI 24 SAAT ÇEKMEKÖY DAĞ MARATONU (13-14 ARALIK 2014)

07

2014 Haziran ayındaki yarışa gidemeyince kahrolmuştum resmen. Bu yarışa da gelemiyordum az daha ama şans bu sefer yüzüme güldü. Sabaha karşı eve geldiğimde kısa zamanda yarış çantası hazırlamanın ne kadar eziyet ve korkutucu bir iş olduğunu fena şekilde anladım. 2 hafta kadar önce BaTa dan hacmi büyük bir çanta ödünç almayı akıl ettiğime sevindim o an.

Neyse çantayı işe yarayan yaramayan şeylerle doldurup yarış alanına vardık. Saat 9’da Özgür  ile beraber başladığımız yarış gayet keyifli gidiyordu.

2215

(Rakipleri keserle ekarte edip kürsüyü garantilemek)

Özgür 12 saatlik yarışını 60K ile bitirince artık tek tabanca takılma vakti gelmişti. Tek kalınca düşünüp planlama yapmam gereken birsürü fikir üşüşmeye başladı sırayla. Onlarca yıldız kaymasına şahitlik etti gözlerim bu arada. Fikirleri hizaya soktum ama sabaha karşı gördüğüm halüsinasyon (tahmini 05:30 suları) allak bullak etti beni.

Kolay değildi aslında Çekmeköy’de olmak benim için. Zira halüsinasyonu gördüğüm vakitlerde uykusuzluğum 47. saatini yaşıyor, bu 47 saat uykusuz kalmış beden burada olmak için bir uçak yolculuğu bir de üstüne 4 saat kadar şehirlerarası araç kullanmış bulunuyordu (direksiyonda uyumadım bu sefer).

Sonra ilerleyen saatlerde yarış sonuna kadar yol dostum olacak olan bir Alman Çoban Köpeği katıldı serüvene (hep atıl hep atıl nereye kadar?).

08


Güneş yorgun gözlerimi etkilemeye başlamıştı ki İlhan Vatansever ile karşılaştım. Tüm azmiyle devam ediyordu yolculuğuna.

12

Sonra Bakiye Abla araçla yanımdan geçerken son yarım saat kaldığını, saat tam 9 da halen etapta kalırsam arabaya alacaklarını söyledi. Son demlerimde etapta kalmak istemiyordum açıkcası ve “4K’yı da koşamazsın herhalde” diyen iç sese inat koşmaya başladım ve koştukça da abartısız daha da açıldı bacaklar. Ancak çadırlara yaklaşmaya başladığımda az önce başlayan burun kanaması şiddetini arttırıp yavaşlamama sebep oldu.

31

23 saat 57 dakika sonra 105K ile yarışı bitirmiştim. 5 mayınlama faaliyeti ve her 15K da bir çadırdaki yemek molaları hariç (en uzunu 25dk diye hatırlıyorum) hiç durmadım, hiç dinlenmedim, hiç uyumadım (bu sefer ayakta bile).

Şeker Bayramı’nda yaptığım toplamda tahmini bisikletle 500K civarı süren Trakya Turu’ndan sonra keyif aldığım en güzel faaliyetlerden biri ve kendime kanıtlamam gerekenleri yerine getiren bir koşu oldu.

Cehenneme bile düşünmeden beraber gidebilinecek dostlarla aynı havayı solumanın tarifi yok…

06Bu koşuyu ve aldığım 3.lük kupasını, yapılan yanlışlar sonucu ceza almasın diye hep beraber bir adım öne çıktığımız, asla satmadığımız, birbirimizi asla yalnız bırakmadığımız kardeşlerime ithaf ediyorum…

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

GÜNEY TRAKYA BİSİKLET TURU

harita

Yine yol çıkmasını istiyordum falımda, bayramdan önceki bütün haftasonu ve bayramın birinci günü uykusuz şekilde çalışıyorken ve kendimi kahveye boğarken. Aslında bayramdan bir hafta kadar önce kafamda Çamlıca-Riva-Şile-Çamlıca rotası vardı lakin bazı sebepler yüzünden içerisinde bol yüzme barındıran bu plandan vazgeçmek zorunda kaldım. Yeni rota arayışları içerisindeyken “Kılavuz Karga” Cihangir abimin paylaştığı fotoğraflarda Edirne Keşan’a bağlı Erikli Köyü’nü gördüm ve yeni hedef yavaştan şekillenmeye başlamıştı çoktan. Hemen ana hedefin ve yolda karşılaşabileceğim durumlara göre alternatif yerlerin rotalarını çıkarmaya başlamış, daha önceleri çok fazla gezemediğim Güney Trakya gezisinin keyifli geçeceğini hisseder olmuştum. Evet artık rota kesinlikle Keşan-Erikli Köyü idi. Bu sayede yıllardır göremediğim meslektaş ve adaşımı da Marmara Ereğlisi’nde ziyaret edebilecektim. Bayramın ilk günü çalışıyor olmamın verdiği moralsizlik, akşam olup da hızlı bir şekilde ziyaret ettiğim akrabalarımı gördükçe yavaştan dağılmıştı. Ziyaret sonunda sıra, günlerdir uğrayamadığım evin yolunu tutmak ve iyi bir uyku ardından yola çıkmaya kalmıştı.                                                                                      

Çantaya son bir-iki ekipman da eklenmiş ve hazır hale gelmişti. Ve uykusuz geçen günlerin ardından uyumak lazımdı ama bir türlü olmadı, olduramadım. Sağa dön, sola dön, yüz üstü, sırt üstü, halı üstü… Hatta gittim en sevdiğim halı olan mutfağın halısında bile yattım; yok olmuyor, uyayamıyorum arkadaş. Baktım olacak gibi değil, sırtladım çantayı, giydim kaskı, sen Leyla ben Mecnun misali bastım pedala ve Çamlıca-Erikli arasındaki 276km.lik kendimce 24 saat sınırlı yolculuk başlamış bulunuyordu (tabii ilerleyen km.lerle birlikte “Leyla olmak” kavramındaki anlam bulanıklığı netleşecekti). İstanbul resmen bomboştu ve boş sokaklarda bisiklet sürmek acayip keyifli idi. Netekim beni kendime tamamen getiren ilk keyif, Çamlıca’dan Beylerbeyi’ne inen o dik yokuşta yaptığım hızlı iniş olmuştu. Daha sonra Üsküdar, Beşiktaş’a motorla geçiş ve Eminönü üzerinden sahil yoluna çıkarak yol almaya devam ettim. Dentur ile Beşiktaş’a geçerken gelen sorulara verdiğim yanıtlar neticesinde insanların bakışlarından anladığım “tımarhaneden taze kaçmış olmalı” şeklinde seyretti. Neyse, Yenikapı transit yol geçişinden Atatürk Havaalanı’na kadar yol gayet güzel ve sakindi. Gecenin karanlığında uçakların iniş ve kalkışlarına şahit olmak iyi gazlıyor insanı ve bu gazla Avcılar yokuşunda ilk mücadeleyi atlatmış oldum. Beylikdüzüne kadar yokuşla olan mücadeleye devam ettikten sonra ilk molamı verdim. Biraz tüp tahinli pekmez, biraz su molasından sonra halen unutamadığım, hiç bitmesini istemediğim Büyükçekmece’ye inen o mükemmel hızlı yokuşu keyifle indim ve artık düzlüğe geldiğimde Mimar Sinan’ın eseri olan köprünün ışıkları suda yansırken şimşekler çaktı benliğimde; bütün turun sonunda yorgunken bu yokuşu geri nasıl çıkacaktım?.. (-Ahh bu düşünceler yok mu keyfimi kaçırmaya çalışan; sizlere pirim yok bundan sonra)

10

Şimdiki hedefim artık Silivri idi ama bu zamana kadar rahatlıkla geldiğim emniyet şeridi Büyükçekmece-Silivri arasında hem kötüydü hem de çok fazla cam kırığı mevcuttu bu arada. Silivriye yaklaştıkça müzikoller ve içerisinde ki eğlenenler dikkatimi çekmeye başlamıştı. Şimdi ismini tam hatırlamıyorum ama Yağmur Müzikholdü galiba, baktım bisikletle yanaşıp içeriyi gözlemleyebileceğim yükseklikte camları, hafiften yavaş yavaş yaklaşıp camı vantuzlayarak yerimi aldım. Oo içeride kopuyor millet; hatta biri beni görüp uzaylı görmüş bakışını kısa sürede atlatarak “gel gel oynayalım” işareti verdi ama şimdi “sabahlar olmasın bea” muhabbetine girmeye hiç gerek yok diyerek hafiften topukladım. Müzikholden sonraki hafif eğimli yokuşu iniyordum ki yanımdan hızla geçen bi araç yaklaşık 200 metre sonra dümdüz yolda yoldan çıkarak bariyerlere çarpıp savrulup kendi etrafında 2-3 tur dönerek emniyet şeridinde ancak durabildi.

09

Dağılan far kırıklarını gözeterek araca yaklaştım ve şok olmuş bir vaziyette havayastığı yüzünden pudralanmış oturan sarhoş gence bilinç durumunu anlayabileceğim sorular sordum. Suyumdan biraz paylaştıktan sonra kendine gelir gibi oldu ve ilk sözü “abi ben hacı babama ne diyeceğim” idi. Sonra bunu papağan gibi tekrarlamaya başladı ve kafasında senaryolar yazmaya başladı; “abi babam geldiğinde sana çarpmamak için direksiyonu kırdım falan desem olur değil mi?” falan demeye başladı bu. Biraz sonra yanımıza biraz gerimizdeki benzinlikteki çalışanlar geldi de arkadaşı onlarla benzinliğe gitmeye ikna edip olay mahallinden ayrıldım (İnsanlar değişik ya; sarhoş veya değil, keser gibi hep kendilerine yontuyorlar) Neyse, Silivri’yi de geride bırakıp Cezaevi tarafına gidiş gerçekten sıkıntılıydı; şöyle ki bazı yerlerde uzun mesafeler boyunca hiç emniyet şeridi yok ve menfez gibi yerlerin üzerinden geçerken bariyerleri yalayacakmış gibi bisiklet sürmek 4 gözlülüğü gerektiriyor. Gerçi fazla araç olmaması, trafikte çok fazla sıkıntı yaşamamamı sağladı bu bölümde (Ahh Silivri İnfaz ahh!..)

Cezaevi yol ayrım hizasını henüz geçmiştim ki ileride flaşörlerini yakmış bir araca doğru yaklaştığımı farkettim ve seslerden erkekle kadının kavga ettiğini sandım önce. Kafa lambamı söndürüp yavaş yavaş yaklaşınca 3 bijonu fırlamış tek bijonla yola devam ederken aracın aşırı yalpalamasından korkmuş bir çift oldukları ortaya çıktı. Beni farkedince önce yine uzaylıymışım gibi bir bakış, kafa lambamı gördükten sonra ise dünyanın en mutlu çifti oluverdiler. Çünkü lambaları yoktu ve karanlıkta olayın ne olduğunu cep telefonlarının ekran ışıklarıyla çözmeye çalışıyorlardı. Devreye kafa lambası ve ondan 50 kat daha güçlü el lambam girince ortalık aydınlandı. Daha sonra birden bir minibüs durdu yanımızda ve sanki sipariş geçilmiş gibi olayı anladıktan sonra bagajlarından yedek lastik ve bir takımda bijon çıkardılar. Büyük şanstı bu bozulan araç için ve iki dakikada hallettiler jant işini sağolsunlar. Karşılıklı helalleştikten sonra ben ayrıldım oradan ama beni bir daha geçmediler yol boyunca her iki araçta. (Acaba ne olmuştu halen merak ederim) Daha sonra bu dar bölümü geçip, E-80 den ayrılıp benim gittiğim D-100 yoluna birleşen yolla kavuşunca “işte yol böyle olmalı” diyor insan; geniş emniyet şeridi, güzel eğim, güzel manzara ve “sıçtım laciverti gökyüzü”… Sonra yanımda benimle yarışmaya çalışan bi bisikletli daha fark edince “noluyor bre” dedim kendi kendime ama kendi gölgem olduğunu anlamam biraz zaman aldı  (O kadar olur!)

08

Biraz ileride “Tekirdağ İl Sınırı” levhasını görüp durdum ve gölgemin kaynağı Güneş’e selam çakmak için geriye doğru döndüm. (Bu İstanbul’dan kurtulmanın ne kadar zahmetli olduğu o zaman tekrar dank etti yankılandı beynimin boş dehlizlerinde!..)

07

Biraz mola, su-yiyecek falan filan, sonra yola devam. Artık hedef Marmaraereğlisi. İl sınırı ve Marmaraereğlisi arasında, yüzünüze vuran sabah meltemi ve sol tarafınızda denizin kaybolmaya meyilli maviliğinde pedal basmak; anlayın işte. Marmaraereğlisi’ne vardığımda Türkgücü tarafına ayrılan yol ayrımında yıllardır göremediğim meslektaşımla buluşup evine geçtik. Kahvaltı sohbet muhabbet derken yaklaşık 2 saat kadar mola vermiş, kendime gelmiş, uykudan yeni uyanmış gibi oldum sanki. Dönüşte istediğim yemeklerin listesini arkadaşıma bırakarak tekrardan hafiften ısınmaya başlamış sıcak asfalta döndüm. Hedef Tekirdağ; Marmaraereğilisi-Tekirdağ arasında ki yoldan yine keyif aldım .Tekirdağ’dan sonraki yol çok arattı buraları. Bu düz yolda ilerlerken bu sefer farklı bir gölge belirdi yanımda, bir bisiklet gölgesi daha ve evet gerçekten bir uzun yolun yolcusuydu bu kişi.

06

Adı Filip (doğru yazdığıma eminim), Fransız, kendisi bu sene Ege ve Marmara’yı turlayıp Yunanistan’a geçecekmiş. Her ilçede 1 gece kalıyor il merkezlerini tercih etmiyormuş. Beni İtalyanlara benzeten 2. kişi oldu şu dünyada (İlk kişi de 2012 İstanbul Maratonu’nun Bakırköy “U” dönüşünün oralarda bir müddet yan yana koştuğumuz şimdi ismini hatırlayamadığım ama iyi koştuğuna şahit olduğum İtalyan bir hanımefendidir)  Biraz daha sorularıma maruz kaldıktan ve İtalyan olmadığımı öğrendikten sonra o gece Keşan da kalacağını söyleyip, veda edip ayrıldı. Peş peşe biraz sürdük tabii ama sonra gitgide farkı açtı.

Bende, arkadaşımda o kadar tıkınmama rağmen bir açlık baş gösterdi ki eyvah eyvah. Benzin istasyonları içerisinde tuvaletlerinin temizliğiyle öne çıkan malum markada bir mola verdim ve şansıma yemek yiyebileceğim bir bölümü de mevcuttu. Bisikleti park ederken bir sesle kafamı sola çevirdim ama ne bana adımla seslenen hanımefendiyi ne de yanındaki beyefendiyi tanımıyorum. Beni tanıyan birini tanıyamamak binde bir karşılaşabileceğim bir durum kendi adıma ve karşımdakilerin İstiklal Ultra’da tanıştığım Gürhan abim ve saygıdeğer hanımı olduğunu idrak etmem bir ömür gibiydi resmen.  (Uykusuzluk, yorgunluk, açlık bahane değil; tanıyamadım işte ilk başta) Biraz sohbet muhabbetten sonra onların da Keşan-Erikli istikametine gittiklerini öğrenmek bana ayrı bir güç verdi gerçekten. Çünkü artık biliyordum ki geri kalan bu yolda başıma her ne gelirse gelsin ulaşabildiğim sürece bana sonuna kadar her türlü yardım edecek sağlam bir dost, bir yardımsever, gerçek bir insan Gürhan  hocam vardı. Vedalaşmamıza müteakip, ben midemde tespit ettiğim boşlukları doldurmaya devam ettim.

05

Yola koyulduğumda artık Tekirdağ’a az kalmıştı, karnım tok sırtım pekti ama il girişinde sahil hattına döneceğime ilin çevresinden dolaşan yolu devam ettiğimi anladım. “Neyse” dedim, “dönüşte geçerim artık kıyı şeridinden” düşüncesiyle vurdum kendimi inişli çıkışlı bu yola. Yol sola doğru güzel bir iniş yaparak Tekirdağ’ın batı tarafına indirdi beni ve ilin son mahallesinin sınırındaydım artık. Orada aynı malum benzinci markasının bir istasyonunda daha durdum. Biraz panik olmuştum Tekirdağ’ı geçmiş ama daha Tekirdağ köftesi yiyememiştim; abartmadığımı bilen bilir halen biraz açtım dostlar ne yapayım… Benzin istasyonundaki arkadaşlar “abi şu karşıdaki 100. Yıl Mahallesi’nde Özcız Köftecisine gidebilirsin” dediler. Bilirkişilere danışılan birkaç mesajlaşma durumundan sonra “yol üzerinde ki köftecilerde yerim artık” düşüncesi ağır bastı ve bana gerçeklerin acı dolu olduğunu bir tokat gibi hatırlatan, bitmek bilmeyen, eğim oranı hallice olan çıkışlarda buldum kendimi. Artık çıkış başlamıştı ama bitmiyordu; sıcaktı çok sıcaktı, kaynıyordu sanki ortalık, uykusuzdum, yorgundum, yokuş boyunca o sıcakta bana saldıran köpeklere tepki bile veremeyecek kadar yorgun. Sonra solumdaki hakim tepeye yapılmış Ramada Oteli ve bahçesindeki su parkında eğlenen insanları gördüm; sıcaktı çok sıcak, kaynıyordu ortalık; durdum biraz izledim onları, gittiğim zorunlu otel tatilleri geldi aklıma, “vay be” dedim, “vay be…” Biraz daha tırmandıktan sonra yol düzleşti neyse ki ama o da ne, deve hörgücü gibi inişli çıkışlı etabıyla ünlü Çekmeköy Ultra parkuru gibi yokuşlar önümde bana “gelll, gell” yapıyordu. Sonrasını hatırlamıyorum; ne zaman tırmandım oraları, ne zaman kendimi bir Tekirdağ köftecisine attım kayıtdışı yani oralar. Depoyu doldurmama müteakip kasadaki arkadaştan arka bahçelerinde uyuyabileceğim bir yer olduğunu öğrendim; arkadaşın “içeride de müsait yer var hocam” tekliflerine teşekkür edip kıvrıldım matın üzerinde bir ağaç gölgesine. Saniyesinde daldım uykuya saniyesinde uyandım ama 3 saate yakın zaman geçirmişim. Midem bir garip, bir yanıyorum susuzluktan ama öyle böyle değil. Kolayı fazla içemeyen biri olarak o anda ve ilerleyen etaplarda ne kadar güzel geldiğini anlatamam yani… Ben uyumadan önce havada tek bulut yoktu ama kalktığımda görüyorum ki Malkara tarafı iyice bulutlamış. Malkara’ya yaklaşıyorum ama o benden kaçıyor sanki; yol bir türlü bitmiyor; yokuş çıkıyorum saatlerce ama iniyorum iki dakikada. Bir yandan da yol projeleri çiziyorum baktığım arazide gördüğüm hayali izohipslerin üzerine. Artık önüme çıkan her benzincide durup kola-su-kola-su devam ediyorum. Hava yağacak belli ediyor kendini ve sol tarafımdan yaklaşıyor açıktan açıktan gürüldeyerek. Ahievren’e varamadan dolu başlıyor takır takır kaska vurmaya; misket kadar ama yine de acıtıyor vurabildiği kollarımı ve ensemi. Öyle bir yerdeyim ki, öyle bir yerdeyim ki, bir yanım mavi yosun dalgalanır sularda; kaçacak saklanacak yer yok. Yağmurluğu çıkarıp giyene kadar dolu sağanağa çeviriyor ama ne sağanak, İstanbul’da yağsa barajlar isyan eder. Birkaç dakika sonra Ahievren kasabasında bir kahvede buluyorum kendimi. Çay-çorba-sohbet-muhabbet derken yağmur azalıyor ve “bana müsaade ağalar” deyip helalleşip ayrılıyorum bu Trakya’nın güzel insanlarının yanından. Ve en sonunda Malkara’dayım. (Şunun şurasında Keşan’a ne kaldı canım)

03

Malkara’da benzinliğin kasasındaki arkadaşta sıkı bisikletçi çıkıyor ve yolun geri kalanı için sağlam bilgiler veriyor sağolsun. Malkara’dan sonra da yol yine bol çıkış ve bol inişli; ta ki Keşan’ı tepeden gören o inişin başına kadar. Saatler sonra dakikalar boyu ineceğim ve sonunda Keşan’a varacağım o rampadayım ve akşam rüzgarının iniltisini kulaklarımda hissede hissede basıyorum büyük bir keyifle rampa aşağı…

02

Ve artık Keşan’dayım; Tekirdağ il sınırında tanıştığım güneş batmak üzere burada. Keşan’daki birkaç özel meseleyi hallettikten sonra kafa lambası eşliğinde Erikli’nin yolunu tutuyorum. Yol tek gidiş tek geliş ve emniyet şeridi diye bir şey olmasıda mümkün değil çünkü yol zaten standart değil. İki kamyon bazı yerlerde karşılaşsa birinin diğerine yol vermesi gereken yerler var. Erikli’ye vardım artık 22 saat 37 dakikanın ardından harita kaynaklı 276 km yol gelmiş olduğumu düşünerek. Kamp atacağım yer arıyorum bir yandan bir yandan da haritadan önceden kalabileceğimi düşündüğüm tahmini tepenin “şurası galiba” dediğim yolun başına geliyorum ki, sağolsun bir amca çok yardımcı olup izlemem gereken patikayı anlatıyor. “Kamp atacağım yer gerçekten burası olmalı” diyorum denizde dolaşan teknelerin ışıklarını seyrederken yüksekten. Sivrisineklerin vızırtıları saz gibi gelirken yanımdaki konservelerin puanlamasını yapıyorum bir yandan. Ve işte en güzel an gelip çatıyor; UYKUU. Sanıyorum kafam mata 10 cm falan kala uykuya daldım, uyudum, uyudum, uyudum… Ömrümde böyle sağlam çok az uyumuşumdur; hatırladıkça mutlu oluyorum o derece yani…

01

Sabah kalkıyorum, manzaraya dalıyorum çıkamıyorum. Gerçekten güzel hani. “Film gibi” derler ya, işte öyle. Hemen bir ateş yakıp yanımda getirdiğim mısırları kapta patlatmaya başlıyorum. (Ömrümde hiçbir sinemada patlamış mısır yemedim, karşımda duran, başrollerinde sadece doğanın oynadığı bu filmde çatır-çutur yiyorum; iyi ki de aklıma gelmişte getirmişim) Tarih olmuş 30 Temmuz Çarşamba; kendimi sahilde buluyorum. Denize dalmadan önce sahilde sağlam birkaç arkadaş ediniyorum ki eşyalarımı bırakabileyim diyerek. Denize girerken, beni birkaç gün önce rüyasında gören ve “denizde boğularak ölüyordun” diyen dünyada sevdiğim az sayıda kişiden birinin sesi geliyor aklıma. ( Ne yalan söyleyeyim önceleri boyumu geçmeyen yerlerde yüzdüm sonra açıldım “ne olursa olsun” diyerek; zaten sonra bıkkınlık geldi yüzmekten) Erikli’de Perşembe sabahına kadar kalıp geri dönüş yoluna geçiyorum.

00

Dönüşte bildiğiniz yollar bildiğiniz rotalardan hariç Tekirdağ’da Kumbağ’a uğrayıp çıkıyorum, Tekirdağ sahilden geçiyorum, Marmaraereğlisi’nde kalıyorum cumartesi gecesine kadar. (Verdiğim sipariş yemekler hazır, sağolsun kardeşim) Dönüşe başladığım Perşembe gününden istanbul’a geldiğim pazar gününe kadar işle alakalı canımı sıkan olaylar oldu, telefon trafiği falanlar-filanlar. (Her güzel geçen zamanı baltalayan birşeyler olmaya başlamıştı son zamanlarda ve bu benim canımı sıkmaya başladı açıkçası) Dönüşte B.çekmece’den Beylikdüzü’ne çıktığımda ve metrobüsü gördüğümde daha da bisiklete binmem dedim ve Altunizade’ye kadar metrobüsle geldim sabahın ilk ışıklarında. Bundan sonrasını özet geçeceğim; Pazar günü yorgun argın işle ilgili birkaç birşeyi halletmeye gittim. Gece eve gelip vurdum kafayı yattım, sabaha karşı bir su sesi geliyor balkon tarafından sanki ama umursamadım ve uyumaya devam ettim. Kalktığımda şok oldum resmen, üst kattakilerin kombisini besleyen boru nasıl olduysa su kaçırmış bir şekilde mutfak aspiratörünün bacasının kenarından su akıtmaya başlamış ve 4 ay kadardır evde yalnızlığımı paylaştığım hamsterim “Kirli”nin kaldığı sepeti suyla doldurmuştu. Kirli’nin cansız hareket etmeyen vücudunu görünce rüyadayım sandım ama kahretsin ki rüya değildi. Boğulduğumu rüyasında gören kişi geldi sonra aklıma… Yüzebilmeliydi diye düşünüyorum bir yandan, bir yandan ağlamak isteyip ağlayamıyorum karışık duygular işte… Kirli’yi özel bir üniversitede hoca olan tanıdığıma götürdüm otopsi için. O da arkadaşından rica edip transgenetik fare laboratuvarında incelemişler ve kalp krizi olduğunu söylediler bana. Yorumları da “uyurken aniden su geldiyse kalp krizi geçirmiştir” şeklindeydi. Sonra işle ilgili ters giden şeyler ve zorunlu bir tatil daha. Son zamanlarda ki hep ters giden işleri düşünüyorum ve “denge bu mu?” deyip duruyorum sadece… Telefonların çekmediği teknolojiden uzak bir hafta sonrasında sivrisineklerin her tarafımı ısırdığı vücudumla tekrar döndüm İstanbul’a. Sinekler kanımı çekerken inanın kovalamadım onları; sanki vücudumdaki bütün kötülüğü çekiyorlar gibi geliyordu dağ başlarında ısırılırken. Düşündüm; düşündüm sadece bu geçen günler boyunca. Babamın hep söylediği sözler geliyor aklıma; “Bu ülkede hiçbir başarı cezasız kalmaz evlat”… Bakalım kötü huylar mı çekildi vücuttan yoksa sıtma mı olduk zaman gösterecek… Ama şunu biliyorum ki doğum günü olan bu günümde olabilecek en dipteyim ve şimdi çıkış zamanım. Hayat bisiklet sürmek gibi, dengede kalmak için sürekli hareket halinde olman gerekiyor. Sonra Önder hocamın bir yerlerde paylaştığı bir yazı geliyor aklıma “İnan hayat aslında sadece kendinle yaptığın mücadeleden ibaret; gerisi etrafında dekor.”     Ve artık şunu çok iyi biliyorum ki çıkılmayacak, bitmeyecek rampa yok; iş senin sağlığında ve kararlılığında…

(maMBa – Ağustos 2014)

(Bu güzel yolculuğu yapmamı bisikletini vererek sağlayan Burak Çağatay’a ne kadar teşekkür etsem azdır. Ahmet ve Tuğberk’e bisiklet ihtiyacımda alternatif sunup yardımcı olmak istedikleri için, Kelle fenerini ve matını hacıladığım Aysen’e, uyku tulumu konusunda yardımcı olmak isteyen ama iş güç nöbet bağlamında kavuşamadığım Mahmut’a Özay’a, Katife’ye ve Emin’ e , yol boyunca yardımcı pilotluk yapan, attığı mesajlarla gaza getiren ve beni Yunanistan’a dalma fikrinden vazgeçiren Fulya’ya, yolda karşılaşmaktan mutluluk duyduğum Gürhan hocama, en zor rampalarda “Asla Vazgeçme” ve diğer eserleriyle beni fena gazlayan Kara Taylan abime, en büyük keyiflerden birini yaşamama, manzaraya karşı mısır patlatıp yememe verdiği bilimum mutfak eşyasıyla sebep olan Burcu’ya sonsuz teşekkürler. İyi ki varsınız…)

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın